Sanat, Matematik ve Yapay Zeka 1-yanılgı
- Göker MİRZA
- 29 Haz 2020
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 7 Haz 2022
2002 yılının bahar aylarıydı. YTÜFOK (Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf Kulübü) gönüllülerinden biriydim ve Fotoğraf Günleri’ni düzenliyorduk. Öğrenciler ile öğrencilerin ilgi alnında çalışan profesyonellerin bir araya gelebildiği paylaşım ortamları çok değerlidir. Yemeğini bekleyen ağzı açık kuş yavruları gibi alabileceğiniz bir lokma bilgiyi kapabilmeyi umarsınız. (O yaşlarda her hayran olduğu kişinin, hayatın sırrını vereceğini sanıyor insan.) Genç fotoğraf meraklıları olarak bizler de büyük beklenti içinde önümüzde yeni dünyalar açılmasını bekliyorduk. Söyleşi, seminer ve atölye çalışmaları için davet edeceğimiz isimleri çok önemsediğimiz isimler arasından özenle seçip ulaşmaya çalışıyorduk. Türkiye’de fotoğraf denildiğinde duayen kabul edilecek Prof. Dr. Sabit Kalfagil’de gelmeye ikna edebildiğimiz değerli isimlerden biriydi.
Kalfagil fotoğraflarının değeri, mükemmel teknikle birlikte konu bütünlüğünün kusursuz uyumunda saklıdır. Bazı fotoğraflarına derinlemesine bakıldığında, tek bir kareye saatlerce, belki günlerce harcanmış emeği ölçebilmeniz bile mümkündür. Hayatın akışı içinde belki o anın çarpıcılığını, anlatısını, çığlığını hissetmeniz, alt metin olarak hayal edebileceğiniz ya da gerçek olabilecek onlarca hikayeyi, fotoğraf karesinin başrolünün bile bilmediği, düşünmediği ve hayal edemediği bir şekilde yorumlayabileceğiniz gerçeği, fotoğrafın sanat olup olmadığı tartışmalarında güçlü, pozitif bir argüman sunuyordu.
Bilgiye ulaşmanın şimdiki kadar kolay olmadığı zamanlarda kendisinden duyacağımız her bir sözü, her bir yorumu büyük bir merakla bekliyorduk. “Işığı nasıl kullanıyordu, makine kullanım ve baskı teknikleri nasıldı?” Sorularının yanı sıra asıl ilgilendiğimiz konular, duyguyu nasıl aktardığı, konu seçimini neye göre yaptığı, sonsuz sayıda anın içinden diğer insanların görmediği neyi gördüğüydü. Hikâyeyi seçiyor ve tasarlıyor muydu, yoksa keşif mi ediyordu?
Fakat, heyecanla beklediğimiz sunum, beklentimizi karşılamanın çok uzağındaydı. Kalfagil, makine teknolojisinden, mekaniğinden, matematikten, altın oran kullanımı gibi teknik detaylardan bahsediyordu. Hikâyeyi sanatçının gözünden görebilmeyi, derin düşünceler içinde kaybolmayı beklerken kendimizi hiç olmak istemediğimiz bir “derste” bulduk. Bir arkadaşımız, Kalfagil’in fotoğrafı sadece rasyonel bir denklem içinde gördüğü yorumunu yapıp, matematiğin fotoğraftaki yerinin ne olması gerekliliği ile ilgili bir soru sordu. Ortam buz kesti. Kalfagil, cevap olarak matematiği her şeyin temeli olarak yorumluyor, kesin bir dille bilimi sanattan ayırmanın hata olacağını söylüyordu. Herkesin yeterince çalıştığında, yeterince matematik ve fizik bildiğinde fotoğraf çekebileceği fikri, %90 ‘ı sayısal bilimlerde okuyan öğrenciler olan bizler için bile ağır gelmişti. Zaten bu derslerden uzaklaşmak, genç dimağlarımızdaki duygusal ve düşünsel boşluğu bir nebze olsun doldurabilmek için orada değil miydik? “Sanat nedir?”, “Sanat, sanat için mi, toplum için mi?” “Fotoğrafı göz mü, makine mi çeker?” gibi klişe tartışmalar içinde uzun sohbetler yaparken, neredeyse hepimiz sanatta özgürlük, öznellik ve teknik kalıplara sıkışmamak konusunda hemfikirdik. Teknik, fikir, düşünce ve beceriyi teşhir edebilmek için sadece bir araçtı. Ben de bu fikirden uzak değildim. Sanat dalının bile ne olduğunun önemi yoktu bana göre. Önce öznel, soyut duygu ve düşünce aktarımı gelir, sonra ilgi alanı hangi sanat dalıysa o alanda belirli teknikler kullanılarak teşhir edilir. Hatta teşhir bile edilmesine gerek yoktur. Bu düşüncemi destekleyecek, bugün, çok yetersiz olduğunu düşündüğüm ama kısmen kendi içinde tutarlı temel argümanlara sahiptim:
Duygu ve Düşüncelerin Kişiselliği
Sanat önce görenin ve düşünenin gözünde doğar. Herkesin maruz kaldığı çevresel faktörler farklıdır. Kaldı ki aynı çevresel faktörlere maruz kalsa bile her bilinçte farklı yorumlanabilir. Sokakta gördüğümüz alelade bir masa ve iki sandalye, kimine hiçbir şey ifade etmezken, Kimine, kaybettiği annesi ile çocukluğunda gittiği bir börekçiyi ve oradaki mutlu aile tablosunu hatırlatabilir. Sanat ise bu duygudan doğar. Sanatçı da bunu aktarabilendir.
Son 20 yılda yapılan sinir bilim çalışmaları da bu görüşü destekler nitelikte. 5 duyu organı ile algılanan uyarılar sinir hücreleri aracılığı ile her insan beyninde farklı kilidin anahtarı. Her insanın beyninde 100 milyar kadar nöron, bu nöronlar arasında da trilyonlarca da bağlantı bulunuyor. Bu bağlantılar, beynin hem rasyonel düşünce üretilen korteks, hem duyguları yöneten limbik sistem bölümleri arasında şimdilik çözemediğimiz bir şekilde yapılandırılıyor. Hatıralarımızı, sadece bizim anlayabileceğimiz şekilde kayıt tuttuğumuz defterde, duygularımızı ekleyip rafa kaldırıyoruz. İhtiyaç durumunda indexten duyguyu aratarak anıyı çağırıyoruz ve hatta tekrar yaşıyoruz. Hatıralar ise düşünce ve duygusal üretim için çok belirleyici. Her birimiz bu kadar eşsizken, ürettiğimiz sanatı tam olarak kim, nasıl bir matematikle anlayabilir ki?
Dönemsellik
1987 yapımı Geleceğe Dönüş isimli filmde, Marty McFly adlı karakter zamanda yolculuk ile 1960’lı yıllara gider ve bir şekilde kullanmak durumunda kaldığı gitarla Rock’n Roll solosu atar. Caz ve Blues müziğin popüler olduğu dönemin gençleri donup kalmış Marty’nin ne yaptığına anlam verememişlerdir. Çünkü böyle bir müzik türüyle hiç karşılaşmadıklarından ellerinde beğenip beğenmeme kararı için yeterli veri yoktur. Bu detaydan çıkarak düşünecek olursak bir Manet, ya da Dali tablosu, Gotik dönemde nasıl karşılanırdı acaba? Ya da Mozart, Türk Marşı’nı rap versiyonuyla Ceza’dan dinleseydi ne hissederdi? Bugün, zamanın tek yönlü çalıştığı gerçekliğinde geriye dönüp dönem koşullarını etraflıca düşünerek değerlerimizi belirleyebiliyoruz. Rönasansta yapılmış bir sanat eserine, “Bu bir eseridir” diyebiliyoruz. Zaman iki yönlü akabilseydi, gelecekte yapılacak bir teşhire, bugünkü değerlemesi ile sanat diyebilecek miydik? Yoksa sırf anlayamayacağımız için dışlayacak mıydık?
Kültürel Farklılıklar
Sanatı üreten ve tüketen için toplum kültürünün ciddi bir önemi var. Coğrafya, din, gelenek, dil, yaşam tarzı üzerinde oldukça önemli bir etken. Her toplum, geçmişten bugüne yaşayıp, biriktirdiği, kendi dönemine uyarladığı haliyle yaşıyor. Beğenilerini, tercihlerini ve kararlarını belirleyip yorumluyor ve öz değerlendirme skalasına sokuyor. Mesela roman havası olarak bildiğimiz 9/8 aksak ritim, Türk kültüründe eğlence ile özdeşleşmiştir. Bizler 9/8 duyduğumuzda kendimizden geçerken, bazı Afrika kabilelerinde 9/8 ölçü, ritüel olarak cenaze törenlerinde kullanılıyor.
Bir de genetik faktör-yetenek- konusu var tabi. Oraya hiç girmiyorum.
Toparlayacak olursak:
· Doğa kaotik bir yapıya sahiptir. Yüz milyarlarca olasılık süzgecinden geçerek olduğumuz insan oluyorduk. Öz değerlerimizin belirleyicisi ise tamamen rastlantısaldı. Bu olasılık hesaplanamaz bir sonsuzluk havuzundan geldiği için sanat için öznellik temeldi.
· Bu öznellik üreticinin gözündeydi. Hiçbir zaman yüzde yüz anlaşılamayacaktı.
· Asıl güzellik, tüketici ürünü yorumlandığında ortaya çıkıyordu. Bakan kişi kendi duygularını tetikleyecek bir bakış açısına sahipse beğeniyordu. Kimse bakmayınca sadece sanatçı için vardı.
· Bilim, değerlendirmeye ve anlamaya yardımcı olabilir, fakat sanat ile kulvarları farklı ve birbirine paraleldi.
Bugün geriye dönüp baktığımda öznellik, kültürel farklılıklar ve dönemsellikle ilgili fikirlerim değişti mi? derseniz birçoğunun hala savunucusuyum. Fakat konuya eksik argümanla dar bir pencereden bakmanın ne kadar kısır fikirler ürettiğini de görüyorum. Radyo programcısı Mesut Süre’nin bu durum için kullandığı güzel bir deyim var. “Az bilgiyi yüksek özgüvenle itelemek.”
Hata olarak tanımlayabileceğim ilk konu, bu etkenlerin değiştirilemez, müdahale edilemez, kontrol edilemez olduğu varsayımı idi. Bir diğer konu, doğanın kaotik yapısının içinde nano boyutta bir düzen içerdiği ve gördüğümüz her şeyin temelinde matematik prensiplerinin işlediği gibi önemli bir detayı atlamıştım.
Zaman içinde, tarih boyunca sanatçıların sanatı, bilim ile nasıl şekillendirdiğini de öğrendim. Bugün biliyorum ki bilim ile sanat birbirine paralel dallar olarak değil, birbirini besleyen bir sarmal olarak bugüne gelmiş. Bilim geliştikçe sanat, sanat büyüdükçe bilim gelişmiş. Bu ayrımı bu dönemde bizler yapıyoruz. İnsanoğlunun kutuplaştırma kültürü, bilim ve sanatı bile kutuplaştırmış. Gelin biraz detayına inelim.





Yorumlar